KAPILAR VE EŞİKLER / Janset Karavin

  • Paylaş:
post-title

Janset Karavin

KAPILAR VE EŞİKLER 

Küçüktüm ve bazen hiç istemediğim şeyler olurdu. Ya da belki de şöyle demeliydim; bazen hiç olmadık şeyler isterdim çünkü küçüktüm.

Küçüktüm, yani bir şeylerin olması gerektiği zaman oldurulması gerektiği düşüncesine saplanmamıştım henüz. Bir şeylerin olmasını istiyorsam, onların olması gerektiği zaman, benim, onların olmalarını istediğim zamandı. Gerçi aklımın ucundan bile geçmezlerken oluverselerdi bir şeyler ve hoşuma gitselerdi o an, buna da bir itirazım olmazdı ama aslolan benim onları istediğim anda oldurulmalarıydı.

Dünya benim etrafımda dönüyordu. Dedim ya, küçüktüm. Küçük olduğumun hatırlatılması yahut vurgulanmasından, bana küçükmüşüm gibi davranılmasından hiç hoşlanmazdım ve bana hep böyle davranılırdı; kimse beni ciddiye almazdı çünkü küçüktüm yahut ciddiye alınmak için yeterince büyük değildim. İşin fenası yaşıtlarım da beni ciddiye almazlardı. Yalnız kalırdım.

Küçüktüm, hiçbir şey istediğim zaman olmuyordu, küçükmüşüm gibi muamele görüyor ve ciddiye alınmıyordum, üstelik de yalnızdım. Mutsuzdum doğal olarak.

Çocukluk benim için küçük bir bedene hapsedilmişlikti. Çıkış büyümekti. Büyüdüm. Hâlâ ciddiye alınmıyorum, hâlâ çocuk muamelesi görüyorum çok zaman, ama bu hoşuma bile gidiyor çünkü küçülmek istiyorum şimdi.

Dünya artık güneşin etrafında dönüyor kesin, katı bir umursamazlıkla ve iki kişilik bir yalnızlığa tutunmaya çabalıyorum. Artık mutsuz değilim. Çünkü mutluluğun birdenbire, mutsuzluğun zamanla kazanıldığını öğrendim. Altın bir madalyon gibi taşıyorum boynumda onu. Adını vicdan koydum.

Şimdi artık mutsuz değilim. Bu, mutlu olduğum anlamına gelmiyor elbette ama bunun, artık mutsuz hissettiğim zamanlarda en yakındaki duvara boyumca bir kapı çizmek için cebimde tebeşir taşımak zorunda kalmamak gibi iyi yönleri de var.

Tebeşirler beyaz, sarı ya da kırmızı olabilirler ve ceplerinizi boyarlar. Onları unutup elinizi cebinize atarsanız ellerinizi de boyarlar. En fenası da zamanla ezile dağıla en sonunda toz olurlar ve artık işe yaramazlar; kapı mapı çizemezsiniz ezilip tozlaşmış tebeşirlerle hiçbir duvara.

Oysa kapı, medeniyetin akışını değiştiren büyük buluşlarından biridir insanlığın. Ateş gibi ya da tekerlek veyahut kâğıt ile yazı. Hayır, elektrik bence her şeyi mahvetti.

Ağaçlardan inip mağaraları mesken tuttuğumuzda kapı nedir bilmiyorduk. Derken içimizden biri, belki de küçük bir ağzı olan bir mağaraya yerleşmiş biri, mağarasının ağzına büyücek bir kaya yuvarlayıp getirdi. Kayayı yuvarlayıp mağaranın girişini kapattığında dışarıda kalanlar önce bir süre baktılar kayaya ve sonra gidip incelediler onu. Alelâde buldular tabii, bir anlam veremediler. İçlerinden en iri kıyım olan tutup kayayı gerisin geri yuvarlamak, mağaranın girişini yeniden açmak istedi ve var gücüyle yüklendi. Kaya yerinden oynamadı bile. Birkaçı el attılar, gene olmadı. Kapının mucidi, kilidi de keşfetmişti çünkü. Tarihin ilk kilidi. Basit ama işlevsel. Taştan bir takoz. Fark ettiler ki artık bir “içerisi” vardı, giremedikleri ve bir “dışarısı” vardı, şu anda içinde bulundukları. İçeriyi görmek istediler, içeriye girmek. Hatta karşı koyulmaz bir istek duydular. Ama hep beraber denemişler ve kayayı yerinden oynatamamışlardı. İçlerinden en konuşkan olanı, ne dediği anlaşılmasa da bağırdı. Hepsi dönüp ona baktılar. O bir daha bağırdı. Daha yüksek sesle bağırdı. Belki de şöyle bağırmıştır: “Kapı!” Ve o yerinden oynamayan kaya âdeta kayarcasına yuvarlanıp aralanıverdi. İçeriden mucidimiz kafasını uzattı ve bağırana baktı. Konuşkan içeriye girmek istediğini anlatmak istercesine öne atıldı. Kaya bir insan boyu aralanınca da içeri girdi. Ardından diğerleri de. Mucit kapıyı, pardon kayayı yerine yuvarlayarak gene kapattı ve kilit takozunu yerleştirdi. Takoza baktılar. Onu kaya kadar önemsemediler ve dönüp içeri baktılar. Artık içerdeydiler. İçerisi, kaya kapı oraya yuvarlanmadan önceki gibiydi aynı, değişen bir şey yoktu. Neden “içerisi” var, bir anlam veremediler. Derken “dışarıdan” bir ses ilişti kulaklarına, şöyle diyordu: “Kapı!” Takozu çektiler, kayayı sürdüler hep beraber. Kapı açıldı. Dışarıdakiler içeri girdiler ve içeridekiler dışarı çıktılar. Bu böyle sürüp gitti herkes “içeri” ve “dışarı” nedir öğrenene dek. Medeniyetlerinin yepyeni bir çağın eşiğinde olduğundan bihaberdiler. Zaten kapıyı icat eden aklıevvel henüz eşiği düşünememişti çünkü eşiğe ihtiyacı yoktu.

Bizimse hep bir eşikteymişiz gibi bir his içimizde; yalnızlığın eşiğinde, yoksulluğun eşiğinde, yeni bir çağın, mutluluğun ya da mutsuzluğun hatta kıyametin eşiğindeyiz. Eşiği bir türlü atlayamıyoruz. Şimdide yokuz; kimimiz, eşikten ötesinde korkulan yok iddiasında gelecek güzel günlerde, kimimiz kabuslar içinde geçmiş güzel günlerde. Bugün aslında dün, bugün aslında yarın. Bugün hiç bugün olamıyor. Olamadıkça hep idareten, şimdilik, işimiz görülsün için yaptığımız her şey, kurduğumuz her bağ, sevdiğimiz sevmediğimiz her şey. Irmağın taşı yontuşu gibi tükeniyor, tüketiyor, yuvarlanıp gidiyoruz. Oysa hayat “şimdiveburada.”

Kapısız, eşiksiz.

Resimler
E-Bülten

Bültenimize abone olun ve en yeni güncellemelerimizi doğrudan gelen kutunuza alın.

Yorum Bırakın